18 Aralık 2014 Perşembe

Fotoğraf Zamanı ya da Zaman Fotoğrafı

Mesela bir fotoğraf da tam ortasından kessin diyedir tüm zamanları. Her şey böylesine alışılmadık "öncesi ve sonrasına" bölünürken oluyor yine her şey; İnsanlar o zaman işe gidiyor, o zaman işten dönüyor, o zaman savaşlar oluyor, o zaman bebekler doğuyor, o zaman, o zaman... Hani "öncesi ve sonrası" kavramı kabul edilebilir bir değişim bildiriyor ama işte bu değişimin sürekli ve içimizde ve bizim aleyhimizde olduğunu kabul etmek biraz güç. Yani merkezinde bulunduğum bir zaman ve bu zaman benim hep karşımda, bana zarar vermek için var. Tüm savaşlardan ben mağlup çıkıyorum, hep benim çocuklarım öldürülmüş, fazla mesaiye ben kalıyorum ve paramı alamıyorum.

Ortasından ikiye kesilmiş bir zamanın uçlarında bir fotoğrafın izi var. Bir fotoğraf ne kadar keskin olabilir demeyin, bir fotoğraf çok keskin olabilir. Çünkü zaten bir fotoğraf zamanı kesip kendine bir yer bulsun diyedir. O kesikten boşluğa yuvarlanmayacak kadar şanslıysan yolun devam ediyor. O boşluktan yuvarlanmak şiirin ta kendisi.

Güzel koksun diye ortalık, bazen kalbimi yakıyorum. Ve güzel koksun diye ortalık, mandalinalar kendilerini... Ama hepimiz bir gün, fotoğraflardan oluşan dev bir yangına ellerimizi uzatıp, ellerimizden başlayacağız yanmaya. Zamandaki tüm kesikleri bir bir küllerle doldurup, üstüne oturmuş sigara içerken fotoğraf çektireceğiz yine yakmak üzere. Bunları hep yapacağız!


Yani ki bir fotoğraf tam ortasından kessin diyedir tüm zamanları. Her şey "öncesi ve sonrasına" bölünürken düşünülmesi gereken ilk şey: öncesi mi iyidir, sonrası mı?

4 Aralık 2014 Perşembe

KADEHTEN DÖNMEK

geçmişteydi bu sokakta küfre gereksinim
duymak ve ölmek her yiğidin harcıydı
ah senin bu serin ellerin

beni bir kadının ellerinden denize bırakmıştınız

yaprak ve elma arası bir boşluktan
kim daha önce düştüyse toprağa
kalan bir daha gülmemişti

beni günaşırı batan teknelere sığdırmıştınız

benim bu körpe kederim
davetkar mezardan bile kovulmuş ki
hiçliği kendisidir şairin

ölüm dualarına kan ve kınla çıkmasa da

ah kadehten dönüyor gözlerimde biriken yeşil
masada şarap uyuyor ikinci bir ömre kadar
bu şarkıyı yalnız melekler söylemeli

sonra siz hiç melek olmamıştınız

22 aralık 2013

12 Kasım 2014 Çarşamba

Renkli Şapkalara Duyulan İhtiyaç

Hepsi de bilyelerini silahlarla değiştirmişlerdi. Ve kemerle kuşları döverlerdi. Akşam olup güneş gider, hep bir ağızdan karanlık dualar ederlerdi.

Ne acı... Ne acı...

Sizin renkli bir şapkanız vardı, ne oldu hanımefendi? Sizin renkli bir boyunluktan ziyade, renkli bir şapkanız vardı, ne oldu? Siz saçlarınızı sabah tarardınız, ne oldu? Bir de beni öper okşardınız.

Hepsi de oyuncaklarını ameliyat ederlerdi. Sonra yerden izmarit toplayıp içer, babalarına söverlerdi. Ayakkabılarının bağcıklarını kesmiş hepsi ve sabah akşam denizsiz şehirlerde birbirlerini boğuyorlar!

Sizin renkli bir şapkanız vardı, hanımefendi, bu doğru. Sizin bir de renkli bir boyunluğunuz vardı, bu daha doğru. Yanlış bir bakış sonucu oldu bütün bunlar, affedin! Öyle yanlış bakıyordunuz ki vurulmadan edemedim.

Hepsini öldürmek için ne güzel bir akşamdı. Hepsi de çembere oturur esrar içerlerdi, Mezarlıkları kazardı hepsi; bol şarap, bol tuzlu leblebi.

Renkli bir şapka çok yakışırdı size. Renkli bir boyunluk daha çok.

30 Ekim 2014 Perşembe

VAHİMLER GÖÇÜ

“…oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
ve gitmen beni dile indirger sevgilim…”
                                           ah muhsin ünlü*

Ruhuma yakaran saf şarkıyı söyledim: seni
korkutan eski ezanların sabahında
köpekler iyi birer şirk cambazıdır

Hiçbir tebessüm
sana sokak lambası tınısıyla seslenmemişken
ben şehrin yağmurlu halini
gözlerinden ezberledim
sonra insanlığa güz gözüyle baktı siyatik ölü
sevici bir şüpheli gözüyle
artık gideceksek bile adı firar olmasın

Tanrıya küfürlü bir duadır doğmak
kendime sakladığım bu sırrı
hayata ve kadına hapsederken
ölmek tanrıya değildir en çok
ölmek parmak uçlarımda

Gidiyorum bu*
söz son durak
kılların kerametinde
götümden yön bularak


Ekim ikibinondört/ Ahval Fanzin/ Sayı:5

TOPRAK VE İLHAK

I. üstelik ben bu morga yeni girdim
tenimin sıcağını yazlarda yitirdim

dolunayı doğrular gibi bakıyor çayımdaki bardak
durup bir nehri bende bitiriyor
sigaramı öper gibi içiyormuşum bu beni güldürüyor
beni güldürüyor bazen gözlerimdeki toprak

II. üstelik ben yağmura şirk koşmak konusunda
oldukça iyiydim

hangi duaya başlasam sırtım biraz kambur
ve pürçıplak ölmek durur asfalt özünde
benim katran gözlerim bakmayı öğrenip
utanç içerikli cesetim ayıp tasarlarken
üzerime yakışmayan bir tanrıya
amin mi demeliyim?

III. üstelik ben insanlar ve cesetleri ayırt edemez
hayaller ve kırıkları iyi bilirdim

hangi cehennemde budansam ırzım biraz zehir
bu kadar şehir için bak çok dar atlaslar
dağınık bir ölümle elden bu kadarı gelir:
zaman yürütmeye yarayan türlü gövde ve oyuncak
gecenin ergen saatinde dişimdeki kuş izleri
çarmıhtaki beni tanrıdan korumak için ancak

IV. üstelik ben sizin bilmediğiniz saatlerde
burnuma uygun çiçekler dikerdim
ve dört yanım 
ve dahi dört yanım 
yaprak yitiminin o acıklı tortusu

Nisan 2014

Ekim ikibinondört/ Akatalpa/ Sayı: 178

6 Mayıs 2014 Salı

TAŞRA VE ŞEHİR KAYBI

elimde bir taşra fazla var annem
yaşasın orada kendi sırrından ölmeden ayna
karşısında bitmek bilmez göçleri varmış
topu topu saçları beyazmış
hem gitmek şiir ister kalmak yalan

ellerim hala ilk köy
çeşmesinde boğulan yalnız kuş
bu şiirde annem yokuş çünkü
göz mezardan önceki boşluktur hem sur
aşılmaz bir göze kalkışırsam: babam
bana demli maviler borçludur

gerçeğe yakın düşlerden geliyorum
ben bugünlerde yağmurlu şarkılar söyleyip
ıslanıyorum bu ilk küfrüm değil

şehre sorgusuz yağmurlar geliyor birden
ve en çok ben boyun eğiyorum
hem arabesk seviyorum hem bir mavi otobüs
şehre kusurlu bir borç gibi ödüyorum
erken doğan kadınları öpmeyişimi

zaman ki ne zaman kırsam kendimi
bıraktığım yerlere göçüyor kadınlar
sonra arka cebim şiir hüznüm şarap
ve karanfil karmaşası ömrümü alırsa
sustalıdan çıkma bir kırmızı aranıyorum

aranıyorum! yağmurertesi verecekler
beni bulana

Akköy mayıs ikibinondört, sayı: 80

2 Nisan 2014 Çarşamba

Görülmeyen Saatlerde Cesetler

Rüzgarı kısmadım. Vapur dilediğince nefes alabilir artık.

Gölgemden ne bekledim de güneşe böyle minnet duydum, orası meçhul. Ama bu, zamanı bir çalar saate sorduğum anki yersizliğime yerinde bir kanıt değil mi? Ben şimdi bir takvim yaprağından bağımsız olarak hiçbir güne inanamıyorsam, yarından neler bekleyebilirim? İşte yine aynı hatayı yapıyorum: birtakım soyut düşünceyi somuta indirgemeye çalışıyorum. Pek acı bir hata bu şüphesiz.

Rüzgarı kısmadım. Martı, vapura suni teneffüs yapmak zorunda değil artık. Belki çayım soğur, ama olsun. Yenisini söyleyebilecek kadar param var bu kez. Rüzgarı kısmanın bedelini, bir vapuru nefessiz bırakıp öldürerek ödemekten yeğdir. 

Şahsımı "us dağınıklığına dair nitelikli bir örnek" olarak yine şahsıma arz ediyorum. Hayatımda da konu bütünlüğünü pek sağlayamamışımdır zaten. Hem çalar saatlere inanmıyorum. Aynı şekilde duvar saatleri ve kol saatlerine de. Takvim yapraklarını reddediyorum. Ve ısrarla söylüyorum: her "gün" adını verdiğim zaman dilimi, zamanın içinde özerk olmakla birlikte, birbirleriyle gayet ilişki içerisinde. 

Rüzgarı sonuna kadar açık bıraktım ki, kendi atlasında eşsiz bir nefes arayan vapura geri ödemesiz bir iyiliktir bu. İşte ben hep aynı şeyi yapıyorum: olur olmaz denizi yaran vapurlara olur olmaz iyilikler yapıyorum. Denizin ırzına bir de ben geçiyorum. İstanbul'a geldim geleli martılarla aram pek iyi değil bu yüzden.

Radyoda istemsiz bir şarkı çalıyor: "Söz verdim yarına güzel olacak." Çayımdan istemsiz bir yudum alıyorum ve sigaramdan çelişkili bir duman. "Siktir lan ordan" yazıyorum kağıda. Sistemli bir küfür değil. Ağızdan istemsiz çıktığı belli. "Belli" yazıyorum bu kez. Belli ki us savrukluğu. "Siktir git başkasına anlat bu palavrayı" yazarak tamamlıyorum. Siktir git başkasına anlat bu palavrayı. 

Rüzgarı kısmadığım gibi düzenli aralıklarla derin of'lar çekerek onu desteklediğimi belirtiyorum. Seviniyor bu işe ve daha bir heybetli geliyor sonraki esinti. Ağzımdan kaçırdığım son of da anlayışsız bir martıya denk geliyor. Sendelemesine sebep oluyor biraz. Oysa biliyorum, her of benden çıkıp yine bana giriyor. Bu da bana rüzgarın hınzırca bir şakası olmalı.

Ve bunu da ısrarla söylüyorum: cinayeti çözmek için ceset gibi düşünmek gerek.

5 Mart 2014 Çarşamba

Göz Artığı

Adam huşu içinde, sigarasının bittiğini bile fark etmeden geçmişine baktı. Geçmişine baktı, öyle ya, ne bulmak istediğini tanrı bilirdi. Onun geçmişi yaşamadığı günlerden ibaret, varla yok arasında sıkışıp kalmış alçak bir günah gibiydi ama parlamazdı. Oysa diğer insanların günahları nasıl da parlardı gözünde.

Adam sersemlik abidesi bakışlarını ömründe gezdirdi erken ölen bir delinin. Yüzündeki çizikler hangi savaştan kalmaydı bilemedi. Bilemezdi zaten hangi savaşın sonunda bu kadar erken ölebileceğini bir delinin. Adam bütün bakma kurallarını alt eder gibi geçmişine baktı. Geçmişine baktı, öyle ya, ne olduğu bile belli olmayan bir yıkıntı karşıladı onu. Aslında hiç yaşamadığı birkaç gün karşıladı, kurmayı bile hayal edemediği hayalleri karşıladı. Altıncı ölümü gerçekleşmiş, üçüncüden sonra rutine binen, geç gelmiş bir bahar ve geç düşünülmüş bir çiçek açma töreni sandı kendini. Belirli olmayan aralıklarla ölen bir bahar nasıl severse çiçekleri, o da kendini öyle sevdi. 

Adam ipsiz sapsız sözcüklere kilitledi kendini. Önceleri anlaşılmak istemediğini düşündüğü için yapardı bunu ama zamanla kontrolden çıktı. Saçma sapan cümleler kurdu, cevabı olmayan sorularda hayatın anlamını aradı, kendine yanıltıcı cevaplar verdi. Sonunda kendi kendini bile anlayamaz hale geldi. Derken zamanla arası bozuldu, vakitlere güzel düşmanlıklar geliştirdi. 

Üzerinden yıllar geçti, trenler geçti, beygirler, vedalar, açlar, toklar geçti.

Adam, kendini kilitlediği sözcüklerin içinde boğuldu. Çok kontrolsüz bir ölüm oldu onunki. Tanrısının bile haberi olmadan, geçmişindeki yıkıntıya gömdüler. Bir daha kimse onun kadar aceleyle sigara içmediği halde, bahar yüz seksen dokuzuncu ölümüne hazırlanıyordu. 

15 Şubat 2014 Cumartesi

Kaotik Komite

Söyle ki: Bu çocuklar hüznü ruhlarına kalkan yapıp kan ve kın koşturmuşlardır rüzgarın özünde. Ve ellerindeki küfürler kayıp halklardan alıntıdır. Ama bunlar küfrü ezberleyip esaslı bir tükürük savurmuşlardır köze ve ceplerinde kaç yangın sonrası eriyip gitmiştir henüz filiz baharlar. Hem gözlerinde dumanlı kaoslar biriktirmiş hem de dingin göğe kaç umut bırakmışlardır dünden ve yarından hediye. Şimdi anlat beynindeki depremleri. Devrim diye bağır çağır. Şüphesiz, en temelli devrim doğada ve ruhta olandır. Devinim halindeki ölüm günün birinde kendisiyle de oynayacaktır.

De ki: Bu çocuklar kaç düşte kamp kurup kaç izmarit öldürmüşlerdir ilk yağmur damlasında. Ve kıç ceplerindeki hayaller kış görmüştür belki, üşümüştür, soğuk acı. Üstelik kahkaha sonrası hüznü eşekten düşme sipahi. Yahut boz renkli bezlerden yapılmıştır en eski ölüm yeminleri. Oysa içindeki ıssız atlar daha önce büyüdü. Geniş sağrılı kısraklar yerini aldı cılız merkeplerin. Yapıştılar kötünün yakasına, paçalarında hala çamur izleri. Hem ölmek parayla değil, bugünlerde yalnız ölmek parayla değil.

Hemen söyle: Ki ben daha yeni bir güneş söndürdüm. Düşümdeki gezegen baskına uğradı ağzında cehennem taşıyan kuşlar tarafından. Elimde avucumda ne varsa kuyuya attım. Vücuda gelmedi rüyam. Ama ben yine de günahkar değilim. Çünkü tanrı bugünlerde ihtiyar ve içimdeki çocuk da oyun oynamayı çok sevmiştir hep.

Son kez söyle: İçindeki çocuğa kızdığın gün büyürsün.

11 Şubat 2014 Salı

Ben ve Tam Yüz Seksen Dokuz Günahkar

Gecenin dibinde bir yerlerde ben ve tam yüz seksen dokuz ilham perisi el ele verip yazdık. Nasılsa yerin de göğünde tüm katları bizim. Nasılsa elmayı ben yemişim. Hem dedim hazır elim değmişken, yani hazır günaha girmişken; yazayım. Dedim, bunu da yapayım sonra nasılsa içkiyi de sigarayı da bırakacağım. Ben ve tam yüz seksen dokuz melek el ele verdik ve günahların en büyüğünü işledik: yazdık. Hem dediler, ben zaten günahkarmışım, elmayı da ben yemişim. Sonra dediler, hazır günahın bini bir para, yaz. Bari günahların bir işe yarasın. Hem içkiyi de bırakacaksın.

O gece ben ve tam yüz seksen dokuz şeytan çok sağlam bir parti ayarladık. El ele verdik ve sabaha kadar yazdık. Ama günahlar havada uçuşuyor, elini atsan günaha denk gelir yani, o derece. Görmeliydiniz.

Kısa bir an için de olsa aklımdan geçmedi değil: "Ben bu günahları sıradan, hatta zaruri eylemler haline nasıl getirdim? Yani ben böyle pervasız olmayı nasıl becerdim? Ben daha düne kadar sadece ellerine bakıp saatlerce boşluğu izlemeyi bilen bir adamdım, nasıl oldu da böyle oldu?" Sonra bütün bunları bir kenara bıraktım ki hala bıraktığım yerde dururlar. Bir dokunsam sağır edecek işiteceğim esaslı küfürlerin yankısı. Hem diyorum, ben günahkarım ama içkiyi bırakınca görün siz beni.

O gecenin ta en dibinde ben ve tam yüz seksen dokuz parça porselen yemek takımı, oturduk yazmaya başladık. Ama var ya nasıl ateşli yazıyoruz. Hiç durmuyoruz. Gözyaşlarımız günahtan nehirler olup akıyor ayaklarımızın dibinden. Günaha doymadık. Yazdık da yazdık. Zaten içkiyi de bırakacaktım.

Sonra ben ve tam yüz seksen dokuz tane biber gazı fişeği birbirimize bakıp aynı anda aklımızdan geçirdik: "Ağlamak bir yönüyle insanları kaynaştıran, bir yönüyle de harekete geçiren bir eylemdir." Sonra da kafa kafaya verip yazmaya başladık ki sorma. Ama nasıl yazıyoruz... Günah paçadan akıyor öyle böyle değil.

Ben ve tam yüz seksen dokuz sayfalık bir kitap baş başa kaldık sonunda. Dünyanın doğuşuna da tam yüz seksen dokuz gün kalmamış mı? Biz üzüldük tabi. Biraz da sinirlendik. Epey küfrettik, bağırdık çağırdık, kırdık, yaktık, döktük falan ama sonra biraz sakinleşir gibi olduk. Mesela ben ve tam yüz seksen dokuz tane kuş, gittik, eflatun dağlardan lacivert sağanaklar getirdik ellerimizi yıkayalım diye. Kolay mı o kadar günahın kirinin pasının çıkması? Sonra ben ve tam yüz seksen dokuz tane yıldız, o sağanakları yolda düşürmeyelim mi? Aksilik işte. Günahlarımızın kiri pasıyla kaldık öylece.

Sonra dünya doğdu tam yüz seksen dokuz sancılı günün sonunda. Sonra da ben içkiyi bıraktım.

22 Ocak 2014 Çarşamba

Çocukluğumun En Büyük Dağlarına

Okuldan çıkınca çantamı evin kapısından içeriye fırlatıp önlüğümü bile çıkarmadan dışarıya zıplardım. Dışarıya: dağa, ormana. Çocukluğunu ve ilkgençliğini küçük bir köyde, sonsuz orman ve dağların arasında geçiren için gurbettir beton kütleleri arasında yaşamak. 

Çocukluğumun en büyük dağlarıydı. En yeşil ağaçlarıydı, en tatlı meyveleriydi komşunun bahçesinden çalınan. Ve öğrendiğim ilk aşktı, her sabah penceremden gördüğüm, birbirine bakmaktan usanmayan çoban kayalıkları. Bana sorsalar dünya bu coğrafya kadardı. Bir de başka bir dünya vardı, adı Konya ki annemin memleketi olduğunu bilirdim. Annemin bu dünyadan olamayacak kadar güzel oluşunu ne iyi akıl ederdim. 

Okuldan çıkınca ilk işim, önceden kurduğum kapanlara bakmak olurdu. Kapan, -biz kappan derdik- yani kuş tuzağı. Kuşun, yemi gagaladığı anda taşın altında kalarak pestile dönmesi prensibiyle çalışırdı. Düz ve yeterince büyük taşlar seçerdik. Sonra da stratejik birkaç nokta. En güzel kapan malzemesi hayıt çalısından olurdu gerek esnekliği, gerek şekli itibariyle. Kapanı kuracağımız yer su kenarı olursa karatavuk tutma ihtimalimiz artardı. Hayıt kenarına narbülbülü -biz kınali derdik- ve serçe konardı. Mandalina bahçeleri batakların uğrak noktasıydı. Bazen kuşun, kapana bacağından yakalandığı olurdu. Bacakları taşın altında, gövdesi dışarıda çaresiz uçmaya çalışırdı. Sonra ben bunu gördüğümde, içimdeki katili yok etmemeye yemin etmiş gibi, kuşun kafasını iki parmağımın arasına alarak çekip koparırdım. Bunu öylesine kolay yapardım ki görmeliydiniz. Bir de, kuşun kafası kopacağı anki o sessiz ve oldukça güçlü çırpınışını görmeliydiniz. Eğer görseydiniz, benden nefret etmek için sağlam bir nedeniniz olurdu. 

Çocukluğumun en ürkek kuşlarıydı. İçimde de çocukluğumun en azılı katili yatardı ki bunun farkına yeni varıyorum. Sonra köyün yukarısındaki Boklutepe dediğimiz yerden köyü ve denizi izlemek vardı ki görmeliydiniz. Annemin sobayı yakışı, babamın işten gelişi, yazın her akşamüstü evin bahçesindeki ağaçları sulayışım, sulama işlemi bittikten sonra bisikletimle aşık olduğum kızın evinin önünden iki kez geçişim ve daha bir sürü şey. Bir de diktiğim ilk ağaç olan erik ağacının ilk meyvesinin tadını hiç unutmam. Rahmetli dedemin ölmeden önce diktiği muşmula da hala dillere destandır. 

Bilyede ilk ütülüşüm gibi geçiyor zaman. Kuşlara yaptığım gibi benim de boynumu koparmak istiyor. Beni betonların arasında sahte bir huzur arayışıyla cezalandırıyor. 
Çocukluk ve ilkgençlik küçük bir köyde, sonsuz orman ve dağların arasında geçmişse gurbettir betonların arasında yaşamak.

Çocukluğumun en büyük dağlarının anısına...

16 Ocak 2014 Perşembe

Haydari ve Kötü Şeyler

Bazen tek bir şeyden çok fazla var. Bazen de birçok şeyden az az.. Çok olan genelde hüzün oluyor. Az olanlarsa yaprak sarması, haydari, patlıcan közlemesi, şalgam suyu ve rakı. Mesela diyorum, çok olan şeyleri az olanlara bölüştürsek? Mesela rakıya hüzün eklesek? Bunu çok düşündüm ve ilk kez denediğimden beri sık sık yapıyorum. Sonra rakı bembeyaz oluyor. Ulan diyorum beyaz hüzün mü olur? Bu nasıl hüzün? Hüzün dediğinin böyle kapkara, zift gibi bir şey olması gerekmez mi? Siyah kötü şeylerin rengi değil midir? Bak mesela bu doğru: kötü şeylerin rengi siyahtır. Aksini düşünüyorsan kötü şeylerin ne olduğunu bilmiyorsundur. Mesela anneannem ölmeden önce simsiyah bir dünyada yaşıyordu. Ona göre her şey siyah ve kötüydü. Siyah olduğu için mi kötüydü yoksa kötü olduğu için mi siyahtı, eminim bunu çok iyi biliyordu. Bence anneannem ölmeden önce gerçeğin farkına varmıştı. Dünya siyah. Ve siyah olduğu için bok gibi. Eskiden de böyle miydi bilmiyorum. Bilmediğim bir şey daha var: insan ancak, ölümü hissettiğinde mi gerçeğin farkına varıyor? Öyleyse ayvayı yedik. 

Rakıdan yine ölüme geldim ki bu bende alışkanlık oldu. Yahu rakı beyaz, ölüm siyah. Rakı ve ölüm birbirinden ayrı şeyler. 

Bak mesela rakıya hüzün kattık, böyle bembeyaz oldu ya, al sana bir gerçek daha: hüzün kötü değil. Vallahi değil. Beyaz olduğu için mi kötü değil yoksa kötü olmadığı için mi beyaz bilmiyorum. Mesela benim bir kız kardeşim var sekiz yaşında. Böyle, güldüğü zaman bembeyaz oluyor. Ağladığı zaman da bembeyaz oluyor. Kızdığı zaman da bembeyaz oluyor. Gariptir ki özlediği zaman da bembeyaz oluyormuş, annem söyledi. Mesela o kötü değil. Vallahi değil. Hem dünyayı da beyaz görüyor. Anneannemin yaşına geldiğinde umarım fikri değişmez. 

Şimdi dostum, iyi şeylerle kötü şeyleri birbirine karıştırmamak lazım. Bak mesela rakı, hüzün ve kız kardeş iyidir; anneannemin ölümü kötüdür. Hüzünden çok varsa iyidir; rakıdan çok varsa daha iyidir. Çok anneannem olamayacağı için onu geçiyorum. Ölümden çok varsa kötüdür; dünyadan çok varsa daha kötüdür. Ya da sen siktir et şimdi benim bu sorunlu mantığımı. Haydariyi de rahat bırak. Biz bugün içerek, çok iyi bir şey yapıyoruz.

12 Ocak 2014 Pazar

ÇOLAK KUŞUN GÖÇ YOLU

doğduğum yerde başla tanrıya
şükran ki eğilmiş boyunlarda sızı
batıl bir acıya tenezzülden
kendimi zindanlarda hayal ediyorum

geceye inmek çekip gitmek
için iyi bir nedendi sevdim
bu yaprak katili mevsimi günlerine ayırmaktı
gidişimi sorunlu metaforlara ispatlamaktı
oysa soğuk istanbul sahabakarşısında
benim dışımda kimse 
ölmek istemeyebilir

doğduğum günden beri söylüyorum: anne
beni vaat et tanrıya
şükran ki kırılmış kanatlarda uçmak
sanrısı bol geceden elimde kalan
ömrümü incir çekirdeğine sığdırıyorum

ben bir trene biniyorum bir yere
gidiyorum ama 
anımsar seni istasyon

şimdi söyleme
beni en çok binmediğim trenler götürdü

ocak ikibinondört/Akatalpa/sayı:169


6 Ocak 2014 Pazartesi

Kuş Katili

"O çorap, bu kirli ayakları da sarmayabilir. İyisi mi sen soğukta gezme. Eldiven olayına girmiyorum bile. Zira ellerindeki kan çıkmadı hala. Bere desem, o da olmayacak; bu kadar karışık bir kafayı ısıtacak bir bere olup olmadığından bile emin değilim. Sen en iyisi evden çıkma. Çünkü dışarısı korkunç. En güvenli yer, inan bana, benim yanım. Ve kurduğun hayallerde bir saç telim bile yer alıyorsa seni bu bölgeye almaya hazırım." der gibi bakıyordu. Yani ben bu kadar cümleyi, gözlerine düştüğüm anlık bir zaman diliminde duyuverdim. Anladım sonra, karşımdakinin ağzı ve cinsel organı dışında her uzvu konuşuyor. Gözleriyse şiir okuyor. 

"Sırtıma dikebileceğin kanatlar örüyordun da, ben o sıra yeni bir kuş öldürmüştüm. Olsun, sen yine de günaha girme." deyiverdim bir gün. Söylemek istediğim için mi, söylemem gerektiği için mi söyledim bilmiyordum, hala bilmiyorum. Hem de bunu ağzımla söyledim. İşte, benim de ağzım dışında hiçbir uzvum konuşmuyor. Üstelik benim ağzım hiç iyi şeyler söylemiyor. İşte, ben de herkes kadar herkestim. O da hiç kimse kadar hiç kimseydi.

Eskiden daha hüzünkardık. Evet gerçekten, eskiden hüznü daha bir severdik. Belki bu, sevdiğimiz her şeyin bir gün mutlaka gittiği düşüncesiydi. Yani böylece, o yürüttüğümüz sorunlu mantıkla, hüznün de bir gün bizden gideceğini umuyorduk. Ve sanki işe yarıyordu. Sanki daha bir mutluyduk. Anlamlı tesellileri biriktirdiğimiz ve filizlenmesini beklediğimiz bir yeryuvar yaratmıştık kendimize. Bu sorunlu mantığa güvendiğimizden midir, yoksa gerçekten ihtiyacımız olan şeyin daha fazla hüzün olduğunu mu düşünüyorduk hatırlamıyorum. Zaten insan, mutlu olduğu anlara uzaktan el sallamaya başladığında, onları unutmaya da başlar. Ne de olsa düşünecek daha değerli şeyler var. 

Belki de düşünecek daha değerli bir şey yok, bir gün ölüp gideceğimizden başka. Belki de bir gün ölüp gidecek olmamız, düşünmemiz gereken son şey. Ya da farklı bir kafayla olaya bakacak olursak, bu hayatta uzak durmamız gereken yegane eylem, düşünmektir. Bilemeyiz. Ama şurası kesin: bu hayatta yapacağımız son eylem; ölmek.

İşte bu gecenin sabahında da ben bunları düşünüyorum. Zihnimde gözlerden dinlediğim en alaca şiirler, ellerimde öldürdüğüm kuşların kan kokusu...

5 Ocak 2014 Pazar

İLLÜSTRASYON

ben ki kitapsızlığıma kilitlediğim her harfte kutsal
törenle şehrin kalabalık saatine tutturuldum
kıç cebimdeki hayaller kış görmesin diye
en sevgili organımda ateş süsü karanlık

sonra duydum
minareler kadarmış gök
yüzünde dalgın bekleyen vahyin hayali
ansızın keder dedim kadehteki
son yudumu almasaydım eğer tanrıya dökülecektim
yenilmek şimdi kaç sevişmeyle
öfkesini öptüğüm kaç intihara terk
ve hangi yorganın altında yorgun belki de
gelmelisin

içindeki ruhani boşluğa erişmeli zaman
akıp giderken çocukluğu öpülmeden suyun
döküldüğü yeri hiçbir deniz bilmez
yoksa en mavi uçurum düşmek içindir bilirsin
resmindeki en ayıp rengi kuşanıp
ağrıyan yerlerine sürmeye yenisini

düşündüm ve var oldum 
sen düşün gerisini.

nisan ikibinonüç/Akatalpa/sayı: 160

Ani Olaylar Silsilesi

Aniden bir şarkı çalıyor. O kadar aniden ki asırlardır çalıyormuş hissine kapılıyorsun. Bunun bir ileri evresi de şarkıyı içselleştirmek. Hatta bazıları çalan şarkıyı, bir önceki hayatında kendisinin yaptığına emin. Sözleri aniden başlayıp aniden biten bir şarkı bu. Adamı şok ediyor.

Bu ani hislere, en son bir kadına aşık olduğunda rastlamıştın. Nasıl da aniden aşık olmuştun. Sonra aniden ona dair bir şeyler karalarken bulmuştun kendini. Çok ani şeyler. Öyle ki, hiç gelmeyişi ve hep gidişi de bir anda olup bitmiş gibiydi. Anlık hisleri bir olay örgüsü içinde yaşadın aslında. Sonra olaylardan, saçma anlardan saçma kareleri kazıdın zihninin çok saçma bir köşesine. Bunlara anı dedin. 

Zaman, senin dışında bir yerlerde akıp gidiyor. Sen bu hızın ötekileştirdiği modern zaman yalnızısın. Modern zamanlarda yalnızlık bile yoruyor nitekim. Vahşi bir kalabalık, şimdi senin bilmediğin bir yerlerde yaşıyor. Artık hiç bilmediğin bazı şeyleri hiç öğrenemeyeceğini de anlıyorsun. Sonra bakıyorsun ki, anı diye zihninin köşelerine sıkıştırdığın olay parçacıkları, bir başkasınınmış gibi oluyor. Bir başkası değilse bile, bunları yaşamış olamazsın. Bunlar senin önceki hayatından kalma. Sonra inanıyorsun: aniden çalan o şarkıyı da sen bir önceki hayatında yapmıştın. Ruh göçüne inanmıyorsun üstelik, kutsal kitaplara inanmadığın gibi.

Senin bu zamanda yerin, uzak bir kuş ötüşünün yansımasıdır. Ya da sen bu zamanda,  uzak kuş ötüşlerini çalmışsındır.

Haydi, kalk da yerine yat.

4 Ocak 2014 Cumartesi

Paralel Evrende Bir Şiir

"Başkalarını güldürebilmek için önce kendin gülmelisin ve başkalarını ağlatmak için ne yapman gerektiğini sen tahmin et artık." dedi. Bunu içimdeki ses söyledi. Ben içimdeki sese inanırım bazen. Mesela bana, insanların içindeki cılız seslerden bahsetti bir gün. sadece duymak zorunda olanların duyduğu frekanstaki çatlak seslerden... İnsanların içindeki sesler çatlakmış bazen. Bu içten ve hiçten gelen seslere yeterince zaman ayırmak gerektiğini tekrarladı her fırsatta. Kendi varlığını tehlikeye düşürmemek için yapmadı bunu. Zaten onun var ya da yok olmak gibi bir endişesi yok. Sadece benim iyiliğimi düşünüyor. İnanabiliyor musun içimdeki ses benim iyiliğimi düşünüyor.

Daha içmem gereken sigaralar ve devirmem gereken şişeler var. Bunu o söylemedi. Bunu ben düşündüm

Ama her insanın içindeki ses, onun iyiliğini düşünmüyormuş. Bunu bir şarapçıdan duydum. Ben şarapçıları duyarım bazen. Bir örnek vermesini istedim. Ama vermedi. Ben de her fırsatta, elimden geldiğince örnekler düşündüm. Bulamadım. İçimdeki ses de hiç yardım etmedi. İnsanların içindeki sesler yardım etmiyor bazen. 

O anda paralel evrende bir şair bir şiir yazdı. Sonra paralel olmayan bir evrende esaslı bir fırtına koptu. Derken bu evrende hiçbir bok olmadı. Bu evrende hiçbir bok olmuyor bazen.

o şiir de işte bu:


Palyaço/ (Şairi Meçhul)

i.

kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının

belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize

kim sevmezdi çiçekleri filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan” dedi

bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım

herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz

biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bügünlerde

ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz

ii.

umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun

bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!

hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu

gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte

rakı doldurun! eksilmesin

iii.

bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz

hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik 
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
”duyamadım”, derdim, “tekrar et!”
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz

hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum

kahrol, kahrol!
diyorum

iv. 

geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
”olur öyle” dedi palyaço,
”herkes alçaktır biraz”
”otur ulan!” dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz

”rakı doldur!” dedim, “eksilmesin!”
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim

ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim

örneğin;

geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim

ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz

v.

kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
”ben sevmezdim” dedim, “yalan”
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz

bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi

biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz

vi.

haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz